17 Temmuz 2013
AKP, ilk ortaya çıktığı andan
itibaren pek çok analist için bir tür siyasi “bilmece”yi teşkil ediyordu.
Partinin “bilmece yanı” kuruluşundan itibaren çok kısa bir süre içinde dönemin
neredeyse bütün toplumsal hoşnutsuzluğunu kendi çıkarına kullanmayı başararak
ülkenin yönetiminde güçlü bir varlık olarak ortaya çıkmasına odaklandı.
Türkiye’deki yeni hükümet partisi etrafında başlayan arayışlar, lider
kadrolarının çoğunluğunun siyasi geçmişi göz önüne alındığında hem partinin
ideolojik kimliğiyle, hem de ülkeyi istikrar koşullarında yönetme becerisiyle
ilgiliydi. Ancak son tahlilde, bu yeni siyasi parti Türkiye’nin içinde ve
dışında yaşanan geniş ve karmaşık süreçlerin sonucuydu. AKP’nin ortaya çıkışı
ve egemen oluşu Türkiye’deki toplumsal farklılaşmaların ve aynı zamanda
uluslararası gelişmelerin kapsamlı bir yansımasıydı. İdeolojik kimliğinin
belirlenmesi ve sistemleştirilmesi çabasının bütün bu gelişmeleri dikkate almak
zorunda olması hiç de tesadüfî değildir.
Nitekim 1990′lı yıllardan itibaren
ve özellikle 21. yüzyılın başında İslam’ın batı tipi demokrasi ile ilişkisi
etrafındaki tartışmalar dünya çapında alevlenmişti. ABD’deki 11 Eylül 2001
terörist saldırıları, Türkiye’nin de içinden eksik olamayacağı bu tartışmalara
yeni bir boyut verdi. Bu somut tartışmalarda Türkiye’nin eksik olamamasının
temel sebebi her şeyden önce siyasi idi ve ABD ile NATO’nun Avrasya bölgesine
yönelik planlarıyla doğrudan bağlantılıydı. 11 Eylül saldırıları bölgeye
ilişkin olarak zaten 1990′lı yıllarda ortaya çıkan teorik süreçler
aracılığıyla, Amerikan dış politikasının Türkiye’ye yeni, çok boyutlu bir rol
vermek için aradığı bahaneyi teşkil etti. Örneğin çeşitli Amerikan
hükümetlerinin Ulusal Güvenlik ve Dış Siyaset konuları eski danışmanı Zbigniew
Brzezinski’ye göre, “Karadeniz bölgesini istikrarlı hale getiren, Akdeniz’e
erişimi kontrol eden, Rusya’yı Kafkaslarda dengeleyen, Müslüman
fundamentalizmine karşı bir panzehiri teşkil eden ve NATO’nun güney sığınağı
olarak kullanılan” Türkiye Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra,
Avrasya’da ABD’nin hegemonya rolünün devam etmesi hedefi açısından çok
önemliydi.
2001 Eylülündeki olaylardan sonra,
ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına karşı en temel “tehdit” İslamcı
fundamentalizmdi ve tam olarak bu noktada daha geniş planlamalarda ve özellikle
de “terörizme karşı savaş” doktrininin ekonomik ve siyasi çerçevesinde
Türkiye’nin önemi aşamalı bir şekilde arttırıldı. Orta Doğu’da, Arap dünyasında
ve daha geniş olarak Avrasya’da Türkiye’nin öneminin arttırılması çabası
bölgeye ilişkin Amerikan planlarının askeri eksenine ve özellikle de “Büyük
Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” aracılığıyla ifade edilen siyasi ve ekonomik
eksene dayanıyordu. Bu proje, BM Kalkınma Programı’nın himayesi altında ve
2002-2005 döneminde Arap entelektüelleri tarafından kaleme alınan Arap
dünyasının kalkınması konulu raporlardan belirleyici olarak etkilendi. Söz
konusu raporlarda, bölgenin problemlerinin demokrasi eksikliği, düşük eğitim
düzeyi ve güçlü, geniş bir özel girişimci sektörün olmamasından
kaynaklandığının altı çiziliyordu . Dolayısıyla, İslamcı fundamentalizmin
silahlı biçiminin etkisizleştirilmesinin ötesinde, Amerikan planları
çerçevesinde ortaya çıkan gereksinim bu bölgenin küresel kapitalist sisteme
entegrasyonuydu. Türkiye, bazı önkoşullar altında, bir neoliberal ekonomik
kalkınmanın ve gelişmiş pazarlara entegrasyonun iyi bir “örneği” idi .
11 Eylül terörist saldırılarından
sadece birkaç hafta sonra, ünlü Economist dergisi yayınladığı bir makalede
ABD’nin Ortadoğu’daki “tek Müslüman müttefiki” olarak Türkiye’nin öneminin
arttırılmasının altını çiziyordu. Bu yeni uluslararası düzende Erdoğan’ın
kendisinin ve partisinin ideolojik ve siyasi tezleri temelinde sahip olacakları
önemin altının çizilmesi özellikle karakteristikti . Kısacası, Türkiye’nin
işlevi konusunda ABD ve müttefiklerinin aradıkları, neoliberal değerlerle
beraber ılımlı bir İslam” kavramını temsil edecek, İslam dünyası için bir
“örnek bir model”in öne çıkarılmasıydı . 11 Eylül 2001′in uluslararası alanda
yarattığı durumun içerisinde partisinin oynayacağı rolü bizzat Erdoğan’ın
kendisi betimleyici bir şekilde tanımladı. Erdoğan 2002 Ocak ayında Amerikan
Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (Center for Strategic and
International Studies – CSIS) konuşurken “Partimizin görüşüne göre, terörizmin
bertaraf edilmesi için askeri önlemler yeterli değildir. Batı ile İslam dünyası
arasındaki karşılıklı anlayış askeri önlemler kadar önemlidir. Türkiye gibi bir
ülke ve bizim partimiz gibi bir parti bu karşılıklı anlayışa katkıda
bulunabilir. Eksiklikler olmasına rağmen Türkiye’de demokrasi işlemektedir ve
laiklik tartışılmasına rağmen anayasal düzeni teşkil etmektedir. Bu
özellikleriyle Türkiye örnek bir devlet olabilir” diye vurguladı .
Erdoğan’ın bu sözleri, hangi vesile
çerçevesinde söylendiğine bakıldığında, özel bir önem kazanmaktadır. AKP lideri
o zaman “Dinler arasında Barış” konulu New York’taki bir toplantıya devlet
yetkilisi olarak değil, bir parti lideri olarak davet edilerek ABD’ye gitmişti.
Bu bir taraftan ABD’deki çeşitli güçlü çevrelerin yeni partiye ilişkin
tercihini gösteriyordu , ancak diğer taraftan da bizzat Erdoğan’a “Müslüman bir
demokratın” ideolojik kimliğinin temellerini bütünsel bir biçimde öne çıkarma
fırsatını veriyordu .
Nikos Moudouros
(devam edecek)
εφοσον γνωριζεις την τουρκικη θα μπορουσες να μεταφρασεις τα παρακατω κειμενα σε συνεχειες ισως?
ΑπάντησηΔιαγραφήKesintisiz Devrim I απο εδω http://www.kurtuluscephesi.com/eris/kesdev1.html
και Kesintisiz Devrim II-III απο εδω http://www.kurtuluscephesi.com/eris/kesin23.html