“20 Temmuz 1974 Barış
Harekâtı’nın doğal sonucu haklarımızı ve bağımsızlığımızı kurtarmak oldu ve
somut olarak devletimizi kurduk. En önemli görevimiz devletimizi korumaktır…
Devletimiz direnişimizin armağanıdır”(1). Kıbrıstürk toplumunda ayrı yapıların oluşturulmasını
Rauf Denktaş bir zamanlar bu sözlerle anlatıyordu. Denktaşçı “devlet”in
kuruluşu 1974 istilasının serbestleştirdiği dinamiklerin devamı olarak
görülebilir. Kıbrıstürk toplumunda erkin bu “yeni” yapıları, aynı zamanda,
devletine ihtiyacı olan bir halkın “kutsal” meşrulaştırılmasının araçlarına
dönüştü.
Εμφάνιση αναρτήσεων με ετικέτα Κείμενα στην τουρκική-Türkçe yazıları. Εμφάνιση όλων των αναρτήσεων
Εμφάνιση αναρτήσεων με ετικέτα Κείμενα στην τουρκική-Türkçe yazıları. Εμφάνιση όλων των αναρτήσεων
Τρίτη 15 Οκτωβρίου 2013
Τετάρτη 9 Οκτωβρίου 2013
Kıbrıslı Türkler: İlle de Kemalistler (mi) İlle de İslamcılar (mı) Olsun?
09 EKİM 2013
Ulus devletin
kuruluş anı dünya tarihinde belirleyicidir.
Kıbrıs ise, kendi
özellikleri ile bir istisna teşkil eder...
Ve doğal olarak
Kıbrıs Türk toplumu da...
1983 iktidarı
yapılarının kuruluş anı çok önemlidir. Bu önem de milliyetçi bir çerçevede
ortaya konmasından kaynaklanır.
1983 yılında
kurulan, yapılandırılan ayrı yapılar, Kıbrıs Türk toplumu için somut bir geçmiş
yaratmaya çaba gösterdi. Geleceklerine de yol gösterecek bir geçmiş...
Askeri anıtlar ve
Kıbrıs Rum barbarlığını anma etkinlikleri “kuruluş anı”nın aşamalı bir bölümünü
teşkil ediyor.
Σάββατο 28 Σεπτεμβρίου 2013
TOMA Kıbrıslılar İçin Bir Ders
Nikos Moudouros
26 EYLÜL 2013
TOMA’ların Kıbrıs
Türk toplumu için gelmesi konusunda yaşanan gelişmeler son derece önemli ve
karışık.
Kuşkusuz bu olayın
öneminin karışık nedeni ile ilgili çok şeyler yazıldı, söylendi. O yüzden bu
yazıda zaten kamuoyunun gündemine gelenleri tekrarlamak istemiyorum.
Ama TOMA konusunun
sembolizmi içerisinden, gerek Kıbrıslı Türkler gerekse de Kıbrıslı Rumlar için
aynı zamanda öğretici de olan olayın bir başka ideolojik hipotezinin mutlaka
altının çizilmesi gerekiyor.
Τρίτη 3 Σεπτεμβρίου 2013
AKP Modelinin “Kıbrıs Versiyonu”: Neoliberalizm ve Kıbrıs Türk Toplumu
İslamcı Türk entelektüel
Ali Bulaç, ZAMAN gazetesindeki köşesinde, siyasal islamın geleneksel Kıbrıs
algısının özelliklerinden bahsettiği yazısında şunları söylüyor: “Kıbrıs’taki
Türk müdahalesinin büyük bir coşku dalgasıyla karşılaşmasından hemen sonra, Halepli
yaşlı bir amca,... bunun nedenlerinden en önemlisini bana şöyle açıklar; ona
göre bu, 300 yıl sonra ilk kez adadaki Müslüman nüfusun ada toprağının bir
parçasını –hem de küçük bir parçasını- Hristiyanların elinden almasıydı.”[1].
Yukardaki alıntıya göre,
“Hristiyanların elinden alınan” küçük bir toprağı fethetmek, Türk siyasal
İslam’ının algısında şekillenen, birbirinden tamamen farklı bu iki dünya
arasındaki rekabette şeref meselesiydi. Bununla birlikte, Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin Kıbrıs’a ilişkin bugünkü stratejisini daha iyi anlamak için, bu
stratejinin doğru bir tarihsel bağlam içine oturtulması gerekir. Kıbrıs’ın
kuzeyinde yürütülen politikayı çözebilmek, en azından kısaca da olsa AKP’nin
dünya görüşününün, açımlanmasını gerektirir –ki bu da, Soğuk Savaş, Eylül 2001
terörist saldırıları ve neoliberal yeniden yapılandırmalardan etkilenmiş ve
onlar tarafından şekillenmiştir.
Παρασκευή 23 Αυγούστου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (6-Son)
22 Ağustos 2013
AKP’nin ideolojik
çalışmalarında ifade edildiği şekilde, kapitalist kalkınma sürecinde
Türkiye’nin yerel, geleneksel değerlerinin öne çıkarılması büyük derecede Ziya
Gökalp’ın teorilerine dönüşü teşkil ediyordu. Türkçülüğün Esasları eserinde,
Gökalp Türk milletinin modernleşmesi sürecinde medeniyetin benimsenmesinin ama
aynı zamanda kültürünün korunmasının da gerekliliğinin altını çizerek,
medeniyet ve kültürü birbirinden ayırmıştı. Somut olarak, Gökalp kültürün, bir
milletin sosyal hayatlarının uyumlu bir bütünü olduğunu, medeniyetin ise aynı
ekonomik gelişmişlik düzeyine sahip geniş bir milletler grubunun sosyal
hayatlarının ortak bir bütünü olduğunu
savunuyordu. Örneğin Avrupa ve ABD’nin kalkınma düzeyi ortak bir Batı
medeniyetini, yani bilimleri ve teknolojiyi yaratıyordu.
Τετάρτη 14 Αυγούστου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (5)
14 Ağustos 2013
Kemalist düzenle, yani
geleneksel laik “merkez” ile ilişkilerin yeniden belirlenmesine ilişkin geçen
haftaki yazımızda bahsettiğimiz çerçeve içerisinde, çevrenin talep ve
beklentilerinin çatışmalardan uzak ve doğru bir biçimde yorumlanması şarttı.
Akdoğan’a göre, AKP’nin geleneksel siyasal İslam partilerinden farklı olarak bu
konudaki başarısı, tam olarak, çevrenin merkeze yönelik olan taleplerinin doğru
bir yorumuna girişebilmesinden kaynaklanmaktaydı. Kısacası, ülkenin ekonomik
sisteminde Müslüman iş çevrelerinin aşamalı bir şekilde güçlenmesi için hükümet
partisinin olabildiğince daha fazla çatışmadan kaçınması ve “geleneksel merkez”
ile “çevrenin güçlerinin” endişelerini dengede tutması gerekiyordu. Dolayısıyla
yeni hükümetin misyonu 1997 darbesinin ve 2001 ekonomik krizinin ardından
ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminin görece olarak normalleştirilmesiydi. Yani
1980 darbesinden sonra Özal’ın Anavatan Partisi’nin üstlendiği misyonun
standartlarına göre, kapitalizmin yeni aşamasının kesintisiz gelişimi yönüne
doğru itecek bir normalleşmeydi. Yalçın Akdoğan yukarıdaki gerekliliği
“çevreyle merkezi uzlaşma zeminine davet eden AK Parti olmuştur” diyerek ifade
ediyordu.
Πέμπτη 8 Αυγούστου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (4)
07 Ağustos 2013
İslam’ın siyasi programda
öne çıkarılmasının yol açabileceği sonuçların anlaşılmasıyla, dine ilişkin
atıflar yeni partinin siyasi muhafazakârlığının altının çizilmesi noktasına
indirgendi. Erdoğan İslam dininin, artık partinin temel referansını teşkil etmesine
son verildiğini ve sadece muhafazakârlığının bir yapısal öğesi olduğunu
gösterme çabası ile “Dini, dindarları ve dini değerlerin toplumsal işleyişini
kabul eden bir parti ile dini devlet organlarının katkısıyla ideolojiye
dönüştürme aracılığıyla toplumun zorunlu değişimini hedefleyen bir parti
arasında büyük bir fark vardır” diye vurguluyordu.
Τετάρτη 31 Ιουλίου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (3)
31 Temmuz 2013
Bu düşünce temelinde,
Türkiye’deki siyasal İslam tecrübesi, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi
deneyimi, pek çok entelektüel açısından, Batı’nın modernleşmesine katkıda
bulunan tarihsel süreçlerin ve yapısal değişikliklerin Müslüman toplumlarla
ilgili olmadığı görüşünü dile getiren ilginç bir öneriydi. Böylece Türkiye’nin
dindar Müslümanlarının “yeni” burjuva sınıfı ve onun siyasi hedefleri
hakkındaki tartışmalara paralel olarak,
insan hakları, demokratikleşme ve laiklik ile İslam dininin ilişkisine dair
arayışlar zirveye çıktı. Özellikle 1997 darbesinden sonra, Türkiye’nin Müslüman
entelektüelleri “yakın bir zamana kadar” batı terminolojisini benimseme
gereksinimini hissettiler ve Kemalist elite karşı ittifaklarını genişletme
çabasına giriştiler.
Τετάρτη 24 Ιουλίου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (2)
24 Temmuz 2013
11 Eylül 2001 sonrası uluslararası
ortamda iz bırakan gelişmeler, sonuçta dünya çapında daha geniş teorik
arayışların teşvik edilmesi yönünde de çok önemliydi. AKP’nin ideolojik
kimliğini somutlaştırmaya çalıştığı bu dönemde, ortaya çıkan yeni durumda İslam’ın
pozisyonu hakkındaki tartışmalar dünyanın başka yerlerinde de doruğa
ulaşıyordu. Söz konusu dönemin hâkim anlayışlarından biri, aynen Batı’da olduğu
şekilde, şehirleşme, sanayileşme, sekülerleşme, teknoloji ve medyanın gelişmesi
gibi süreçlerin içinde yer aldığı “birleşik paket” halindeki bir modernleşmeyi
istiyordu. Bu çerçeve içinde, modernleşme demokrasi için önkoşulu teşkil
ediyordu ve bunun süreçleri batı kaynaklı “birleşik bir paket” olduğuna göre
demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerler İslam ile uyumlu değildi.
Sadece ve mutlak olarak batı standartlarındaki “monolitik” bir modernleşme
süreci teorisi aşamalı bir biçimde yara aldı ve zamanla üzerinde kuşku duyulur
hale geldi.
Τρίτη 23 Ιουλίου 2013
Τετάρτη 17 Ιουλίου 2013
Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (1)
17 Temmuz 2013
AKP, ilk ortaya çıktığı andan
itibaren pek çok analist için bir tür siyasi “bilmece”yi teşkil ediyordu.
Partinin “bilmece yanı” kuruluşundan itibaren çok kısa bir süre içinde dönemin
neredeyse bütün toplumsal hoşnutsuzluğunu kendi çıkarına kullanmayı başararak
ülkenin yönetiminde güçlü bir varlık olarak ortaya çıkmasına odaklandı.
Türkiye’deki yeni hükümet partisi etrafında başlayan arayışlar, lider
kadrolarının çoğunluğunun siyasi geçmişi göz önüne alındığında hem partinin
ideolojik kimliğiyle, hem de ülkeyi istikrar koşullarında yönetme becerisiyle
ilgiliydi. Ancak son tahlilde, bu yeni siyasi parti Türkiye’nin içinde ve
dışında yaşanan geniş ve karmaşık süreçlerin sonucuydu. AKP’nin ortaya çıkışı
ve egemen oluşu Türkiye’deki toplumsal farklılaşmaların ve aynı zamanda
uluslararası gelişmelerin kapsamlı bir yansımasıydı. İdeolojik kimliğinin
belirlenmesi ve sistemleştirilmesi çabasının bütün bu gelişmeleri dikkate almak
zorunda olması hiç de tesadüfî değildir.
Κυριακή 16 Δεκεμβρίου 2012
Neoliberalizme karşı büyük bir mücadelenin gerçekleri
Troyka’nın memorandumu ve Kıbrıslırum emekçilere
dayatılan kuşkusuz acı verici koşullar hakkında çok şey söyleniyor ve
yazılıyor. Bu konuda yapılan dezenformasyon sadece Kıbrısrum
toplumunu hedef almamaktadır. Kıbrıstürk toplumu da kapitalist kriz gibi önemli
konular hakkında yapılan somut dezenformasyonun “kurban”ıdır.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin son iki yıl içinde bulunduğu
kötü ekonomik durumun bazı büyük Kıbrıs bankalarının Yunanistan ekonomisine
yaptıkları aşırı derecede büyük yatırımların sonucu olduğu öncelikle dikkate
alınmalıdır. Yunanistan ekonomisinin çöktüğü bir dönemde Kıbrısrum bankacılık
sistemi Yunan tahvillerini satın alarak fırsatçı bir şekilde kazanç sağlamaya
karar verdi. Çok karakteristik olarak, altı ay içinde, 2009’un Ekim ayından
2010’un Nisan ayına kadar, Kıbrıs Bankası 2 milyar avro değerinde tahvil satın
aldı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bankacılık sektörünün Gayri Safi Yurtiçi
Hâsıla’nın sekiz katı büyüklüğünde olduğu göz önüne alındığında, sermayenin
açgözlülüğünün yol açtığı zarar daha kolay algılanabilir.
Κυριακή 18 Νοεμβρίου 2012
Kıbrıslıtürklerin direnişi
Türkiye Dışişleri Bakanı 2012 Şubatında yaptığı bir
açıklamada, KKTC’nin ekonomik reformlar yapabilmesi için, bir merkez tarafından
alınacak kararları daha alt kademelerin reddedememesini sağlayacak şekilde devletin
işleyişinin değişmesinin gerekli olduğunu söylemişti. Davutoğlu bu sözleriyle
Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapıların varlığının, işleyiş biçimlerinin ve hizmet
ettikleri hedeflerin kapsamlı bir biçimde yeniden değerlendirilmesi
gerekliliğine işaret ediyordu. Kısacası bu sözlerde bütünsel bir neoliberal
dönüşüm çabasının çekirdeği saklıydı.
Bu dönüşümün hedefi işgal altındaki bölgede
kurulmuş olan yapıların karakterinin değil, yeni bir siyasal-ideolojik düzenin
oluşturulmasına hizmet edecek şekilde işleyiş biçimlerinin değiştirilmesidir. İşgal
altındaki bölgenin Türkiye sermayesine daha fazla açılması, siyasal yapının bu
yeni ekonomik kurallara uyacak şekilde düzenlenmesi ve hedeflenen değişimin
siyasi aktörlerinin yaratılması böylesi bir değişimin ana özelliklerini teşkil
etmektedir. Bilinen üç yıllık mali protokoller yukarıda değinilen hedeflerin
yaşama geçirilmesinin araçlarıdır. Bu protokoller sadece bazı “teknik
direktifleri” içeren belgeler olarak değil, bilakis neoliberal yönde kapsamlı
ve bütünsel siyasi programlar olarak algılanmalıdır.
Bunlara paralel olarak, Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye
ile mevcut ilişkileri nedeniyle de, bu “çağdaşlaşma” modelinin Türkiye’de hükümette
olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin izlediği reçetenin temel karakteristik bir
özelliğini, yani bugünkü Türk siyasi İslamcılığıyla neoliberalizmin
bağlantısını de beraberinde Kıbrıs’a getirmekte olduğu kaydedilmelidir. Dolayısıyla
bu protokollerin ifade ettikleri politikanın içeriğinin ve bunların tüm Kıbrıs
halkı açısından yol açacakları sonuçların yanı sıra, bu somut politikanın
Kıbrıstürk toplumu içerisinde meşrulaştırılması çabasının da deşifre edilmesi de
önem taşımaktadır.
Bu politikanın uygulanmasının sonuçlarının ortaya
çıktığı ilk aşamada Kıbrıstürk toplumunun siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan marjinalleştirildiği
açıkça görülmektedir. İkinci aşamada ise, Türkiye hükümetinin ideolojik-politik
hegemonyasının sağlanması için yoğun bir çabanın ortaya koyulduğu
gözlemlenmektedir. Bu hegemonya sadece güçlü olanın güçsüz olana dayatmaları
aracılığıyla değil, aynı zamanda güçsüz olanın rızasının ve onayının alınması aracılığıyla
da kurulmaktadır. Yani yaratılan siyasal, ideolojik
ve hatta ahlaki koşullar içerisinde güçlü olanın isteğinin ve siyasi
programının kabul edilmesi doğal, “sağduyu”nun ürünü ve doğru bir tercih olarak
sunulmaktadır.
2011 yazında Erdoğan’ın Kıbrıslıtürk gazetecilere
yaptığı Kıbrıslıtürklere “bizim partimiz gibi bir parti lazım” şeklindeki açıklaması
işgal altındaki bölgede kurulmakta olan bu hegemonyanın belki de en
karakteristik anını teşkil etmektedir. Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı
hakkındaki analizleri de dikkate alındığında, “tüm toplumun kendi dünyası” gibi
görmesini istediği “kendi dünyası”nı AKP’nin Kıbrıs’ta da kurmayı arzuladığı
görülmektedir. Bu yolla kendi iradesini kolektif “milli irade” olarak sunabilecek
ve bunun aracılığıyla da adanın kuzeyinde yeni siyasal rejimin uzun ömürlü ve
istikrarlı olmasını sağlayabilecektir.
Kıbrıstürk toplumuyla tarihi önemdeki kopmanın da
işte bu noktada olduğu görülmektedir. AKP toplumun rızasını ve onayını almak için
ihtiyaç duyduğu “yeni” aktörleri öne çıkarma hedefiyle siyasal partilere dahi
müdahale etmektedir. Ancak Kıbrıstürk toplumunun ilerici kesimleri buna karşı direnmeye
devam etmektedir. 2011’deki kitlesel eylemlerin “bu memleket bizim, biz
yöneteceğiz” sloganı AKP’nin muhafazakâr hegemonyasına karşı Kıbrıslıtürk
ilerici güçlerin kendi iradeleriyle yanıt vermeyi amaçladıklarını
göstermektedir. AKP’nin dönüştürme planına karşı Kıbrıslıtürk ilericiler kendi
değişim programını öne çıkarmaktadırlar. 2011 eylemlerinin ardından
Kıbrıslıtürk muhalefet güçleri bu aşamada yenik durumda görünüyorlarsa da, şu
tartışma götürmez bir gerçektir ki, Kıbrıslıtürk ilerici demokrat güçler
toplumlarının Türkiye ile ilişkilerinin nitel değişim gereksinimini net bir
biçimde ortaya koydular. Bu başarı tüm Kıbrıs tarihini belirleyici bir şekilde
etkilemektedir ve Kıbrısrum toplumu da buna ilgisiz kalmamalıdır.
Nikos Muduros
Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanmıştır, 18.11.2012Τετάρτη 31 Οκτωβρίου 2012
“Sıfır sorun politikası”nın gerçek yüzünün ortaya çıkması
İstanbul’daki Topkapı Saray’ının ana
giriş kapılarından biri olan Bab-ı Hümayun’un sağ tarafında “Hakk’ın
yeryüzündeki gölgesi”, sol tarafında ise “mazlumların sığınağı” yazılıdır. Osmanlı
Sarayı’nın bu mermer kitabeleri Bâb-ı
Âli’nin birkaç asır önce yaygınlaşmasını üstlenmiş olduğu “adalet ve ahlak” hakkında imparatorluğun yayılmacı bir anlayışına
doğrudan gönderme yapmaktadır. Türk dış politikasının geniş ideolojik çerçevesi
içerisinde ele alındığında, bu ifadelerin, daha öncesine nazaran çok daha
güncel oldukları görülmektedir. Ancak Türk dış politikasının ve ülkemiz
açısından bu politikanın sonuçlarının yol açtığı çıkmazların yorumlanmasına yönelik
bir çabada, çoğunun hatta somut bir içerik dahi vermeksizin “yeni Osmanlıcılık”
diye adlandırdıkları kavramın tek çerçeve olarak kullanılması yanlış olur. Eğer
hedef Türk dış politikasının yapısal sorunlarının çok yönlü bir biçimde
incelenmesi ise, o zaman başka hususların yanı sıra, son yıllarda Türkiye’yi
yöneten siyasi İslam’ın temel dünya görüşünün analizinin de yapılması
gerekir.
AKP Türkiyesi’nin en önde gelen taleplerinden biri küresel
yapıların, İslamcı kültürü ve onun coğrafyasını içerecek bir biçimde yeniden
biçimlenmesidir. Yani Türk hükümetine göre kendisinin temsil edebileceği
görüşünde olduğu bölgeleri içerecek bir biçimde yeniden biçimlenmesidir. Bu hedefin iki temel ekseni vardır. Birinci
eksende, Ankara 21. Yüzyılın yeni güçler dengesini yansıtacak şekilde dünya
tarihinin yeni bir “yorumunu” hedeflemektedir. Kısacası İslam kültürünün ve
Doğu’nun çağdaş evrensel kültürün bir parçası olarak öne çıkmasını talep
etmektedir. Kısa bir süre önce İstanbul Küresel Forumu’nda Erdoğan bunu
“İnsanlığın geçmişi Avrupa’dan, Amerika’dan ibaret değildir. Asya, Afrika, Orta
Doğu, Balkanlar, Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerindeki insanların da
tarih anlatımında adaletli bir şekilde yerlerini almaya hakları var” diyerek
vurgulamıştır.
İkinci eksende ise, Türkiye İslami dünyanın, en
azından kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü kısmın küresel siyasi ve
ekonomik süreçlere entegre edilmesini talep etmektedir. Bu yaklaşımda, Batı’nın
artık dünyanın merkezini teşkil etmediği inancı saklıdır. Sanayi üretimi ve
ticaret, dolayısıyla da uluslararası sermayenin önemli bir kısmı güç
dengelerini beraberinde sürükleyerek ve “eski periferi”de yeni iktidar
merkezleri yaratarak, Doğu’ya doğru kaymaktadır. Son yıllarda Türkiye’nin,
G-20’ler örneğini öne sürerek, BM’nin yapısının değiştirilmesi gerektiğini vurgulaması
hiç de tesadüfî değildir. Dolayısıyla Ankara’nın talebi uluslararası
ilişkilerin ve ekonominin içeriğinin değiştirilmesi değil, İslami dünyanın
entegrasyonu ile genişletilmesidir.
Bu iki temel eksen teorik düzeyde kalmadı. Tam
aksine, “sıfır sorun” sloganı altında Türkiye bunları özellikle eski Osmanlı
coğrafyasında, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da ve Balkanlar’da, yani tarihsel ve
kültürel erişimlere sahip olduğu görüşünde olduğu somut bir bölgede uygulamaya
sokmayı hedefledi. “Yumuşak güç” (soft power) aracılığıyla, askeri dayatmanın
yerini açık diplomasi ve geniş Orta Doğu bölgesinde bir “Türk rüyasının” alınıp
satılmasının almasıyla, yaptıklarının meşrulaştırılmasını arttırarak, Türk
hükümeti “kendi” sosyoekonomik ve siyasi çağdaşlaşma modelini ihraç etmek için
önündeki tüm engelleri kaldırmayı hedefledi.
Bu noktada bazı çelişkiler ortaya çıktı. Sıfır
sorun doktrini komşularla barış doktrini değildi, bilakis nüfuzunu arttırmak
için bir araçtı. Bölgedeki değişikliklerin ve aynı zamanda Ankara’yı artık
karakterize eden kibirliliğin yeni engeller yaratması sonucunda, “yumuşak
gücün” ardından şimdi Türkiye-Suriye sınır bölgesinde “sert” askeri ifadenin
ortaya çıktığı görülüyor.
Maalesef bölgede rekabetler derinleşiyor. “Resmi”
açıklamalarla koyulmaya çalışılan çerçevelerin dışında ve ötesinde, kurbanları
yine bölge halkları olan ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyor. Tüm bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de hâkim
olan anlayışları anlamak için bugün daha yoğun bir çaba gösterilmelidir.
Böylesi bir çaba ülkemizin ve halkımızın yeniden birleşmesi hedefine olumlu
yönde katkıda bulunarak, işgal altındaki bölgede hâkim olan karmaşık süreçlerin
gerçek yüzünün ortaya çıkarılmasında da yardımcı olacaktır.
Νikos Muduros
Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanmıştır, 29.10.2012Τρίτη 16 Οκτωβρίου 2012
“Azınlığın” ayrıcalıkları
Ekonomik kriz dönemlerinde bazı ideolojik eğilimlerin
milliyetçilik ve ırkçılıkla bağlantısı ve uyumu daha açık bir şekilde
görülmektedir. Kıbrıs da bir istisna değildir. Bazı politikacıların ve
gazetecilerin, Kıbrıstürk toplumunu hedef alan ve özünde iki toplumun barış
içinde birlikte yaşamasını ve işbirliğini bir siyasal suç haline dönüştürmeyi
amaçlayan bir kızgınlığı ve öfkeyi Kıbrısrum toplumu içerisinde yaratma
çabalarına son dönemde tekrar tanık olmaktayız.
Bazı Kıbrıslıtürklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
kurumlarında işe alınması, Kıbrıstürk toplumuna verilen elektrik ve sağlık
hizmetleri hakkında söylenenler ve yazılanlar “bu kadar Kıbrıslırum işsizken,
Kıbrıslıtürklerin işe alınması kabul edilemez” şeklindeki açıklamalar kamu
yaşamında yaratılması arzulanan milliyetçi öfkeyi yansıtan olgulardan sadece
birkaçıdır. Kıbrısrum toplumu içerisindeki bu çevrelerin davranışlarının temelinde
onların muhalefet etme tutkusu içerisinde olmalarının, Kıbrıs’ın iki toplumu
arasında işbirliği çabalarına karşı koyarken sergiledikleri milliyetçiliklerinin
hatta ırkçılıklarının olduğu şeklinde basitleştirilmiş bir yorum yapılabilir. Ancak
bu yorum, Kıbrısrum toplumunun bir kesimi tarafından bu tür tepkilerin
yıllardır ortaya konulmasının nedenlerine ilişkin sorulara tam olarak yanıt
verememektedir.
Bu konu maalesef çok daha ciddi bir meseledir.
Diğer hususların yanı sıra, iktidar ve iktidarın paylaşımı konusuyla da
ilişkilidir. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir Helen devleti olduğu ve öyle kalmaya devam
etmesi gerektiği yönündeki derin inançla bağlantılıdır. Bu inanç, devletin,
Kıbrıslıların sadece Helenliliğinin vurgulanması ve güvence altına alınması gerektiği
anlayışından beslenmektedir. Milli değerlere bağlılık diye adlandırılan
anlayışla otoriter bir şekilde yönetilen bu Helenliğe somut bir içerik verilerek,
kendi ideolojik egemenliğinden farklı olan ve bu egemenliğin genel olarak
dışında olan her şey marjinalleştirilmektedir.
Kıbrıslıtürklerle ilgili olarak bazı
politikacıların retoriği ve somut bazı gazetelerin yayınları aracılığıyla, Kıbrıstürk
toplumu hakkında Kıbrısrum toplumunda yıllarca hâkim olan basmakalıp söylem
tekrar gündeme getirilmektedir. Bu söylem aracılığıyla, Kıbrıstürk toplumu Kıbrıs
tarihinin bir öznesi olarak değil, Türkiye’nin yayılmacı politikasının yansıdığı
basit bir ayna olarak sunulmaktadır. Bu çerçevede, Kıbrıstürk toplumu Ankara'nın
Kıbrıs'a yönelik politikasını kabullenen pasif bir nesneye, Türkiye'nin taksim
politikasının hayata geçirilmesinde kullanılan bir “Truva atı”na dönüştürülmektedir.
Εγγραφή σε:
Αναρτήσεις (Atom)