14 Ağustos 2013
Kemalist düzenle, yani
geleneksel laik “merkez” ile ilişkilerin yeniden belirlenmesine ilişkin geçen
haftaki yazımızda bahsettiğimiz çerçeve içerisinde, çevrenin talep ve
beklentilerinin çatışmalardan uzak ve doğru bir biçimde yorumlanması şarttı.
Akdoğan’a göre, AKP’nin geleneksel siyasal İslam partilerinden farklı olarak bu
konudaki başarısı, tam olarak, çevrenin merkeze yönelik olan taleplerinin doğru
bir yorumuna girişebilmesinden kaynaklanmaktaydı. Kısacası, ülkenin ekonomik
sisteminde Müslüman iş çevrelerinin aşamalı bir şekilde güçlenmesi için hükümet
partisinin olabildiğince daha fazla çatışmadan kaçınması ve “geleneksel merkez”
ile “çevrenin güçlerinin” endişelerini dengede tutması gerekiyordu. Dolayısıyla
yeni hükümetin misyonu 1997 darbesinin ve 2001 ekonomik krizinin ardından
ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminin görece olarak normalleştirilmesiydi. Yani
1980 darbesinden sonra Özal’ın Anavatan Partisi’nin üstlendiği misyonun
standartlarına göre, kapitalizmin yeni aşamasının kesintisiz gelişimi yönüne
doğru itecek bir normalleşmeydi. Yalçın Akdoğan yukarıdaki gerekliliği
“çevreyle merkezi uzlaşma zeminine davet eden AK Parti olmuştur” diyerek ifade
ediyordu.
Muhafazakâr demokrasi
teorileri “İslami” burjuvazinin beklenti ve çıkarlarına göre partinin Türk
siyasi haritasında yerini alması gereksinimine de yanıt vermeleri gerekiyordu.
Dolayısıyla parti kitlesel destek yeteneğini koruyan, bir burjuva çıkarları
partisi olarak meşruluk kazanmalıydı. Bu amaca yönelik olarak, en uygun olan
yer “Türk merkez sağı” idi. Partinin beraberinde getirdiği yenilik daha önceki
siyasi oluşumların temel karakteristiklerinin altüst edilmesi ve kendisinin
“siyasi merkezde” yerini almasıydı. Tayyip Erdoğan’a göre, AKP’nin ortaya
çıkmasından önce iki tip parti mevcuttu. Birincisi sadece belirli bir ideoloji
temelinde faaliyet gösteren ve “siyasi olarak kardeş” gibi davranan partilerdi.
Diğerleri de hiçbir ideolojisi olmadan sadece kazanç kaynaklarının paylaşımını
hedefleyen, yani “siyasi şirket” gibi olan partilerdi. Erdoğan yukarıdakinden
farklı olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kitlelere yönelik belirli siyasi
tezlere sahip olan bir parti olduğunu söylüyordu. Böylece, liderine göre AKP
“toplumsal merkezden aldığı güçle siyasi merkezi yeniden inşa etmiş ve merkez
sağın tartışmasız tek gücü haline geldi”.
Başka bir düzeyde,
“İslamcı” burjuva sınıfının çıkarlarının daha iyi temsili, neoliberal
küreselleşmenin genel çevresi ile gelen (ideolojik ve kültürel) özelliklerin
bileşimini dayatıyordu. Bu noktada “alternatif modernleşme” ve kapitalist
kalkınmada toplumun kendine özgü niteliklerinin rolü hakkındaki tartışmalar
AKP’nin kendisinin üzerinde çalıştığı konular oldu. Bazı süreçlerde, ülkenin
çağdaşlaşma evrimi hakkındaki bazı yaklaşımların değişmesinin gerektiği
kanaatinin yoğun derecede olduğu gözüküyordu. Türk kalkınmasının Kemalist
versiyonuna karşı parti çevrelerinin geliştirdiği eleştiri, özellikle toplumun
geçmişinden ve -din de dâhil olmak üzere- geleneksel karakteristik
özelliklerinden otoriter bir biçimde koparılmasına odaklandı. AKP’nin 2002
Seçim Beyannamesi’nde “Modernleşme döneminde Türkiye’nin çağdaşlaşması,
öncelikle geleneksel kültür ve değerlerin terk edilmesi şeklinde anlaşılmıştır.
Oysa çağdaşlaşma, toplumun kendi dinamikleriyle kendini yenilemesi ve değişen
ihtiyaçlarını karşılayabilmesidir” deniyordu.
Bu yolla hükümet partisi
“modernleşme”nin yani yeni aşamasında kapitalist kalkınmanın genişletilmesi
nihai hedefiyle toplumun geleneksel değerlerini yeniden yorumlayarak tekrar ön
plana getirdi. Bizzat Erdoğan “küreselleşmenin lokomotifi her ne kadar
ekonomiyse de, küreselleşme toplumsal dinamikleri harekete geçirerek ve yerel
zenginlikleri sürece katarak ancak istikrarı yakalayabilir” diye vurguluyordu.
Modernleşme, geleneği etkisizleştirmeksizin, evrenselliği yerel özelliklerle
bir araya getirdiği ve sonuçta “başka-alternatif bir modernleşme” olduğu
takdirde “hedef” olabilirdi.
Nikos Moudouros
(devam edecek)
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου